PARASIZDIK YATILIYDIK

 

PARASIZDIK YATILIYDIK


    Sene 2010. Samsun'da parasız yatılı Anadolu lisesinde okuyorum. Sağımdaki Uğur şimdilerde avukat, solumdaki Mami ise en son Mersin'de garsonluk yapıyordu.

    Yurdun müdürü, aynı zamanda lisesinin müdür yardımcısı şehla gözlü Enver Hoca, dört kişilik odada kalmak isteyenler el kaldırsın, diyor.  Her katta iki sekiz kişilik, bir de dört kişilik oda var. O an Uğur'la göz göze geliyoruz. Birbirimizi tanımıyoruz ama ikimiz de bayağı uyanığız. Göz göze geldikten birkaç saniye sonra aynı anda ellerimizi havaya kaldırıyoruz. "İyi," diyor, Enver Paşa." Siz yerleşirsiniz."

    İşler umduğumuz gibi gitmiyor. Biz daha az çorap kokusu ile yaşamayı umarken Cemal illeti çıkıyor başımıza birden. Keşke bir kamyon kirli çorapla aynı odada kalsaydık da şununla yaşamasaydık, dediğimiz bile oluyor. İlk zamanlar pek ses etmiyoruz. Aradan biraz zaman geçtikten sonra bağırıyoruz, çağırıyoruz, sövüyoruz ama hiç tınmıyor. Üçümüzden başka bir de Bayburtlu bir topçu oğlan var. O da Bayburtlulara özgü tuhaf telaffuzla arada sırada cümleler kuruyor ama kızıyor mu yoksa Cemal'i destekliyor mu anlamıyoruz.

    Termeli Cemal, daha yurda gelişimizin ilk haftasında ortaokuldan kalma toplu bir fotoğraf yapıştırıyor metal elbise dolabının kapağına. Fotoğrafta fosforlu kalemle daire içine alınmış bir kız var. Bu kızın adı  Nermin. Nermin bizimle aynı sınıfta. Cemal ise lise birlerin diğer şubesinde. Ufak tefek, tatlı bir kız Nermin. Adı Cemal sayesinde yurtta öyle bir yayılıyor ki onu tanımayan yok. Her odaya girişimizde biri dolabın önünde durmuş fotoğrafa bakıyor: "Ne aşk be!" "Demek o kız bu?" "Görmüştüm okulda." "Sen kalk taa bu kız için buraya gel." "Helal olsun çocuğa."

    "Hasssssiktirr ulan!" diyor, Uğur. Öyle bir gülüyorum ki kahkahalarım yurtta çınlıyor. Sanki bizim dışımızda bu aşk hikayesine inanmayan yok. Aradan birkaç hafta geçmeden söylentiler kızın kulağına kadar gidiyor. "Tanımıyorum" diyor sadece." TANIMIYORUM!" Çok geçmeden bu laf dalgalar halinde tüm yurtta tsunami etkisi yaratıyor. Daha bizden başka kimse odaya girmiyor. Cemal kabuğuna çekiliyor, biz de rahatlıyoruz.

    Herkes okulda birine tutuluyor. Benim de gözüm Ecem'de. Öyle güzel görünüyor ki gözüme, anlatamam.  Uzun boylu, kalın kaşlı bu kızın Çerkezlere özgü tuhaf bir güzelliği var. İşveli cilveli, bir o kadar da hercai. Marka ayakkabılar, montlar giyiyor. Bazı hafta sonları lüks bir araba alıp götürüyor onu. Herkesin dilinde onun çok zengin olduğu. Hatta sırf kızın burnu biraz sürtsün diye babasının onu koleje değil de bizim bu "kulube-i ahzan"a gönderdiğini söyleyenler oluyor. Ve tabii çok geçmeden onun buradan gideceğini...

    Bir porno dalgasıdır dinmek bilmiyor. Hangi birini anlatayım. Bir Doris var ki herkesin dilinde. Onu zihninde ütülemeyen yok. Boy desen boy, pos desen pos... Samsung'un yeni çıkan E250'sinden almışım. Telefonum, görünmez mavi dalgalar arasında yurtta elden ele dolanıyor. Her bir elden çıkışında daha yıpranmış, daha solgun ve daha yapışık. Hani saymadım ya bir saymaya kalksam 200'e yakın video vardır. Her telefonu eline alan kendi fantezisine göre bir şeyler buluyor, yüklüyor.

    Cemal, Nermin'den sonra bambaşka biri oluyor. Odaya topladığı birkaç çocukla birlikte ilahiler eşliğinde dualar ediyor, namaz kılıyor, zikir çekiyor. Metal elbise dolabının kapağında Nermin'in yerini sakallı, ihtiyar bir adam alıyor. Uğur'la ben deli oluyoruz ama herkese saygımız var. Hümanizmayı öğrenmişiz nasıl saygılı olmayalım. Haftalarca bu böyle gidiyor. Uğur sabah namazları sırasında uyanmıyor ama benim uykum hafif, ışık yanar yanmaz pat diye uyanıyorum. Ranzadan kafamı uzatıp Cemal'i izliyorum bazı sabahlar. "Ne," diyorum. "Ne oğlum senin derdin? Bir anda nasıl bu kadar farklı bir kişi olabiliyorsun?" Öfkeliyim ama kıskanıyorum onu bazen.

    Üst sınıflardan Gama Hasan var. Çok amaçlı salonda (Böyle denildiğine bakmayın. Satranç masası, televizyon, üçlü koltuk, iki sandalye ve çorap kokusundan başka bir şeyi yok.) eline kumandayı alıyor ve Cartoon Network isimli çizgi dizi kanalını açıyor. Hasan kumandayı eline aldıktan sonra kimsenin ona bir şey demeye hakkı yok. O iri yarı, sivri burunlu adam rengarenk çizgi dizi karakterlerine öyle gülüyor ki size anlatamam. O gülerken onunla dalga geçmeye kalkarsanız sizi kesinlikle affetmez. Sınıf arkadaşı Ayı Hüsnü'yü bile yere sermişliği var. O gülerken yalnızca susacaksınız ve onun gülmesinin bitmesini bekleyeceksiniz.

    Milli maç ve Kurtlar Vadisi geceleri çok amaçlı salona program başlamadan girmezseniz daha girme ihtimaliniz yok. Odadaki onlarca kişinin kesif çorap kokusu yaklaşık on beş dakika içinde tüm odayı kaplıyor. Soğuk olmayan geceler camlar açılıyor ama eğer mevsim kış ise maalesef Süpermen'in pencereden girmesine izin yok. Odaya girdikten sonra çıkmanız halinde ise büyük olasılıkla televizyonun önünden geçeceğiniz için odadaki yaklaşık altmış, yetmiş kişinin ananız, babanız ve muhtelif yakın akrabalarınız hakkında birbirleriyle paslaşarak takım oyunu halinde küfürler savurmasını istemiyorsanız mecburen yerinizden kıpırdamıyorsunuz. Bazı geceler vuku bulan saçma sapan kavgaları bile sırf bu sebepten izlemek zorunda kalıyorsunuz: "Ezan okunurken yatılır mı lan dürzü?" "Sanane lan!" "Oğlum o koltuğun orası benim len!" "Hadi ya! Başka yere oturamıyor mu götün?" "Lan oğlum televizyon izliyoruz, başlıcam satrancınıza. Kapatın lan şu ışığı!"...

    İkinci dönem Uğur'la birlikte sekiz kişilik bir odaya geçtik. Bizim dışımızda Ali, Musti, İsmail, Mami, Fevzi, Enes kalıyordu bu odada. Musti' ye benim dışımda çoğu kişi Duba diyordu. Fevzi takmıştı ona bu adı. Yurtta lakaplar Saussure' yi haklı çıkarırcasına değişimler gösterir. Tıpkı dillerdeki kelimelerin yüzlerce yıl içindeki değişimleri gibi lakaplar da birkaç ay içinde inanılmaz değişimler gösterir. Mesela İngilizcesi çok iyi olan bir arkadaşımızın adı Dikşı olmuştu. Mustafa'nın adı ise önce Musduba sonra Duba oldu. 

    Musti ile pek çok kez çekirdek, kola yapmışlığımız vardır. Hâlâ da görüşürüz. Çok iyi bir dosttur. Ama asıl çılgınlıklarımı hep başkaları ile yaşamışımdır. Mami ile gece yurttan kaçmışımdır çok kez. Yine onunla yangın merdiveninde geceleri pek çok kez sigara içmişimdir. Gecenin ayazında içtiğim o sigaranın tadının hayatım boyunca hiç alamadım. Ne koşuyorduk ki? Kızlardan bahsediyorduk, derslerden, hayattan, neler yapacağımızdan... Beni bambaşka biri olarak görürdü Mami. Ona hiç itiraz etmezdim. Söyledikleri öyle hoşuma giderdi ki. Hayalperest biri değildi. Onun için en güzel dünya hep en yakınındaki dünya idi. En yakındaki arkadaş en iyi arkadaş, en yakınındaki kız en güzel kızdı onun için. Çok özlüyorum onu, yıllardır görüşemedim. Hani elimde imkan olsa derdim ki "Gel yanıma ve bana biraz benden bahset. Öyle güzel ki senden beni dinlemek."

    İsmail, Ege Tıp'ı istiyordu. Hatta fotoğrafını bile dolabına yapıştırmıştı buranın. Bir gün odaya giren Erol Hoca, "Bakın, bakın! Görün de ibret alın." Sürekli soru çözerdi. Musti'den öğrendiğime göre hemşire olmuş ve evlenmiş. Fevzi ise kısa boylu, hareketli bir çocuktu. Askerliği yedek subay olarak yapmış. "Nasıl almışlar o boyla, hayret." demişti Musti. Çok dalaşırlardı. Kastamonulu Mustafa, Erzincanlı Fevzi'ye karşı!.. Enes ise Cemal gibi Terme'liydi. Cemal'in kıçının dibinden ayrılmazdı. Enes'in babası ölmüştü ve ailesinin maddi durumu da oldukça kötüydü. Cemal'e yanlayarak onun gönlünü hoş eder ve bu sayede karnını doyururdu. Herkes bunu bilirdi, onu yargılamazdı. 

    Cemal, kısa süren dervişlik macerasından sonra tekrar eski haline döndü. Yine bir kıza aşık olmuştu. Cemal, aşık olduğu bu kız ile bir gece yarısı mesajlaştıktan sonra intihara teşebbüs etti. Nöbetçi öğretmenin odasındaki bir kutu novalgini gizlice içmiş ve adamın odasının önüne yığılmıştı. Bu olaydan sonra yurda ankesörlü telefon takıldı ve cep telefonu kullanmak tamamen yasaklandı. Ama tabii birçoğumuz gizlice telefon kullanıyorduk. Benim telefon da her zamanki gibi mavi dalgaların arasında gidip geliyordu.

    Bir pazar sabahı hepimiz uykudayken Enver Hoca gizlice odaları dolaşmış ve yastıklarımızın altındaki telefonları teker teker toplamıştı. Yurtta bir yaygara koptu ki sormayın. O idare odasında çayını yudumlarken herkes yurdun içinde dört dönüyordu. Birkaç saat sonra onu elinde bir siyah poşetle yurttan çıkarken gördük. "Geçmiş olsun" diyerek iç çekiyordu biri. Biri de ana avrat sövüyordu. Hemen odaya çıktım. Bizim grubun hepsi odadaydı. Telefondaki pornolardan bahsediyordum, telaşla odanın içinde dört dönüyordum ama kimse tınmıyordu: "Ulan ibneler, telefonu isterken böyle yapmıyordunuz!" diye çıkıştım hepsine. "Rahat ol, pazar bugün kurcalamaz telefonları." dedi biri. "Bugün kurcalamaz ama peki ya yarın?"... Kendi işimi kendim çözecektim. Çocuklardan birinden bana yakalanmayan telefonlardan birini getirmesini istedim. Plan basitti: Telefon sessizde olduğu için saatlerce telefonu çaldıracağım ve şarjını bitireceğim. Öyle de yaptım. Gecenin yarısına kadar çaldırdım ve en sonunda o lanet sesi duydum: Aradığınız kişiye şu anda... Tabii ulaşılamaz, odanın içinde külotlar elimizde halay çekiyorduk... Pazartesi günü okulda Enver Hoca beni odasına çağırdı. Ben tabii rahatım. Telefon yakalandı ama sonuçta içinde ne var bilmiyor: "Oğlum," dedi, "bir tane olsa anlarım, üç tane beş tane olsa da anlarım..." Nasıl yani? Nasıl olabilirdi bu? "Oğlum iki yüz elli tane pornonun ne işi var lan telefonunda?" Tek bir söz diyemedim. Hafıza kartımı almış, kendi telefonuna takmış. Bunu hiç akıl edememiştim. Başımı öne eğdim yalnızca dinledim.

    Ecem ile ilgili anılarımı anlatmak istemiyorum. O gitti o liseden, ben de gittim. Yıllardır görmüyoruz birbirimizi. Onunla ilgili kendime bile itiraf edemediğim çok kötü hatıralarım var. Ama yine de onunla yaşadığım her an, acısını kalbimde hissettiğim tüm lise hayatımın her anı çok güzeldi.

    Bir yazar yalnızca bir günah olduğundan ve bütün günahların bu günahın bir çeşidi olduğundan bahsetmişti. Bence acı da böyle. Yalnızca bir acı var: İmkansızlığın acısı. Bazı geceler, on beş on altı yaşlarında, sekiz kişilik yurt odasında herkes uyumuşken battaniyeyi boynuma kadar çekmiş ve ayaklarımla içe doğru bükmüşken horultular, çorap kokuları ve turuncu sokak lambasının ışığı etrafımı sarmışken hep şunu sorardım kendime: "Oğlum Serkan, imkansız olmasaydı mümkün olması için çabalar mıydın?"

    2010 Samsun- 2020 Van

Yorumlar

Popüler Yayınlar